Lalenin Bahçesi

Bir kırmızı Lale işte.
Kitap okumayı, sohbeti, sinemayı, İstanbul'u ille de Üsküdar'ı sever. Olmazsa olmazları ailesi, Zuz, Cancan ve denizdir.
Çok şiir okumaz ama okursa Atilla İLHAN ve Orhan VELİ okur. Paylaşmazsa görmüş gibi okumuş gibi hissetmez kendini...

11 Ekim 2012 Perşembe

Bir kızıl goncaya benzer sonbahar

Bu sabah  erkenden uyandım yine bildiğiniz gibi, önce yeşil çayımın suyunu koydum, sonra bi dolandım evde, hasar tespit çalışması yaptım. Evde çok yapılacak bir şey yoktu, salon gece yatarken toplanmıştı, yemek vardı,  bir yatak odaları elden geçip birazda hijyenik çalışma yaptın mı?  tamamdır bu iş dedim ve  Kahvaltıdan sonra  karı koca dışarı çıktık. Yaşasın emeklilik diyorum ya, yaşasın ikinci gençlik:)))

Önce korunun içine daldık, aşağı yürüdük...Sonbahar artık iyice belli etmiş kendini, her taraf kızarmış, sararmıştı... Ben korunun renklerini toplaya toplaya indim yokuş aşağı aşağı...Kocam da sağolsun eğilip  almadı ama bak şu da güzel bu da güzel diye bana gösterdi:)



Korunun Paşa Limanı kapısından çıkıp, Boğaza hazır ve nazır iki köprüye de manzaralı Paşa Limanı kafeye oturup kitaplarımıza gazetelerimize gömüldük.





 Pat pat motorlar geçti,martılar uçtu, yan taraftaki minicik kedi  miyav dedi, yan masadakilerin kahkahaları martı seslerine karıştı ve ben o hengamede hiiiiç istifimi bozmadan Sözcükler dergisini açtım ve Kate Chopin'in ''Bir Saatin Hikayesi''ni okudum.

 










Kocasının ölüm haberi geldiğinde şiddetli bir terkedilmişlik duygusu hisseden ama hemen akabinde de-Özgürüm, ruhum ve bedenim özgür diye fısıldayan...Daha dün hayatın ne kadar uzun olabileceğini ürpertiyle düşünen ama şimdi hayat uzun sürsün diye düşünen, bir kadının hikayesini okudum. Ama bir saatin sonunda kadın mutluluktan ölmüş, kazada ölmeyen kocası ise onun mutlulukla gülümseyen ölüsünü bulmuştu...
Hikayeden sonra, çayıma  Hayden Carruth'un şu şiiri  eşlik etti...

                 Hiçbiri
öldün ve Yunanlı olduğun için dilinin altına yerleştiresin diye bir madeni para verdiler sana, bir de bal ve peksimet
Irmak kenarına  indiğinde  bir de baktın
deli-kara bir pazarcı kayığı var içinde ince uzun karalar giymiş , biri tırpan elinde.
Karşıya geçince parayı verdin, geçiş ücreti olarak, yola devam ettin,
Üç başlı köpeğe geldin, hırladı üstüne geldi kaçmaya yeltenmediğin halde.
Bala buladığın peksimetleri verdin ona ve yürüdün yıldız tarlalarının arasından
ve geçip gittin Tartarus kapısından
Ya da öldün ve Navajo yerlisiydin. Seni önceden çıkardılar
Hogan'ından gün ışığında ölesin diye
Ya da aniden içeride öldüysen bacayı tıkadılar, ön kapıya kalas çaktılar
ve bir başka delik açtılar arka karanlık kuzey yanına ve seni oradan çıkardılar
ve asla kullanılmadı o hogan bir daha.
Makosenleri çıkardılar ayaklarından ve ters giydirdiler sağ makoseni sol ayağına
sol makoseni sağ ayağına
Çindi'nin  kafası karışsın da izini sürüp geri dönemesin diye
Saçlarını yucca kaktüsünün suyuyla yıkadılar sonra kızarmış ekmekle su verdiler sana
tam dört gün yetecek kadar ve koyuldun yola
Ama aslında bunları hiçbiri olmadı. Öldün o kadar.
                                                                 çeviren: Sinan Fişek

Sözcükler dergisini geçen ay almış ve burada sözünü de etmiştim. İki ayda bir çıkan bir dergi ve edebi anlamda çok doyurucu bir dergi.

Oturuken hava birden döndü, serinledi. Şal istedim neyseki, sarındım, biraz daha  oturduk, birer çay daha içtik ve Üsküdar'a yürüdük. Kütüphaneye uğradık. Geleneksel her ay kütüphaneden bir dahi olsa  oku, oku ki, kütüphaneler hep yasaşın , hayatımızda daima var olsunlar  okuma  etkinliğim için:)  bu kez iki kitap aldım, Allahım beni ıslah etsin ne diyeyim... Ayfer Tunç'un ''Aziz Bey Hadisesi'' ve Menekşe Toprak'ın '' Temmuz Çocukları''  adlı kitaplarını aldım. Sonra bizim mahallenin simit fırınından da ikindi çayı için simit aldım ve  ben eve koca da klübüne yollandı...

Yetmez mi? bugünlük bence yeter...